Konut Kredisi Borcunu Ödeyemeyenlerin Konutlarını Alan Bankalar Zararda
Ödeyemeyeceği kadar kredi alan kişilerin, ipotekli konutlarını kaybederek cezalarını çekmeleri gerekirken, borçlu konutlara el koyan bankalar, binlerce değeri düşük konut sahibi olmanın hiç de garantili bir durum olmadığını fark etti.
Bianet'ten Bülent Danışoğlu'nun haberine göre ödeyemeyeceği kadar kredi alan kişilerin, ipotekli konutlarını kaybederek cezalarını çekmeleri gerekiyordu. Ama bunların konutlarını ellerinden alınca, bankalar binlerce değeri düşük konut sahibi olmanın hiç de garantili bir durum olmadığını fark etti.
Danışoğlu yazısında şu konulara yer verdi:
Birkaç gün önce ABD Merkez Bankası her ay piyasadan 40 milyar dolar değerinde tahvil alacağını açıkladı. Böylece faizlerin düşmesi, harcama ve yatırımların artması bekleniyor. Faiz oranları zaten düşebileceği kadar düştüğü, yine de kimsenin yatırım yapmaya niyetli olmadığı ortadayken, bu politikanın yeni balonlara yol açmasından endişe edenler var.
2008'de patlayan krizden bu yana balonlardan daha çok söz edilir oldu. Binbir çeşit türev ürün icat edilirken akla gelmiyordu, şimdi akıldan çıkmıyor. Gerçi hala yoğurdun üflenerek yendiği söylenemez ama endişelerin sürdüğü açık. Zaman zaman konut sektöründe yeni bir balonun oluştuğu korkusu yayılıyor, satış fiyatlarının çok yükseldiği, kiralarla kıyaslayınca bu yüksekliğin anormal olduğu söyleniyor.
Korkular boşuna değil. Geçmişte yaşananları inceleyenler, krizlerin öncüsünün balonlar olduğunu gösteriyor. Özellikle Charles Kindleberger balondan krize giden süreci adım adım tanımlıyor. Geçmişteki krizlerde yaşanan süreç, geçtiğimiz yıllarda da tekrarlandı.
Balonlar genellikle bir yenilikle başlıyor. Piyasaya giren yeni bir ürün, yeni bir teknolojik dönüşüm ya da yeni bir aracın piyasayı canlandırması söz konusu olabilir. İçinde bulunduğumuz krizi yeni ürün, yeni teknoloji değil, yeni finansman modeli başlattı. Balona konu olan ürün tarihin en eski ürünlerinden biri olan konuttu. Zaten bu yüzden krizin adı mortgage krizi olarak kaldı. Fakat konut ipoteğinin tekrar tekrar yenilenmesine yol açan türev ürünler yeni araçlardı, balona yol açan da bunlar oldu.
Yenilikleri kredi patlaması izler. 1929 Krizinde elektrikli ev aletlerinin yeni yeni piyasaya çıkması, otomobilin yaygınlaşmaya başlaması kredili satışları artırmıştı. Sadece tüketici kredileri değil, borsa işlemlerinin yüzde 90'dan fazlası da krediyle yapılıyordu. 2008 krizinde de buna benzer gelişmeler oldu. Ekonomik canlılığı muhafaza amacıyla faizler olağanüstü ölçüde düşük tutuldu. ABD'de 2000 yılından itibaren faizler yüzde ikiyi aşmadı. Herkesin konut sahibi olduğuna inandığı bir dönem yaşandı, Amerikan rüyası tazelendi.
Kredi almanın bu kadar kolaylaşması spekülatif faaliyetlere yol açtı. Her önüne gelene kredi verilince, sırf sonradan yüksek fiyattan satmak için konut alanlar, hiç parası olmadığı halde fırsat bu fırsat diye konut sahibi olmak isteyenler derken işsizlerden öğrencilere kadar herkes kredi aldı. Kriz patladıktan sonra, bu tip geri ödeme şansı düşük ipotek kredilerine "subprime mortgage", bu tip kredilere dayalı menkul değerlere de "toksik kağıtlar" dendiğini bütün dünya, biraz geç olmakla birlikte, öğrendi.
Her şey anlaşıldığında konut fiyatları çoktan düşmüştü. ABD'de 2000 yılından kriz patlayana kadar geçen yedi yılda iki katından fazla artan konut fiyatları artık ilk değerinin de altındaydı ve düşüş sürüyordu. Bankaların ve mortgage kuruluşlarının büyük risk aldığı ortaya çıktı. Konut fiyatları düştükçe ipotekler o kadar yüksek kaldı ki, konut kredisi ödeme gücü olanlar da ödememeye başladılar. Geri ödenemeyen krediler arttıkça bu kuruluşların sermayeleri erimeye başladı. Daha yüksek maliyetle kaynak sağlamak zorunda kaldılar. Artık ülkenin tüm finans sektörü tehlikedeydi.
Buraya kadar olanlar kredi alanlarla kredi verenler arasındaki ilişkilerden ibaret. Piyasada kazanmak da var, kaybetmek de. Piyasadaki her oyuncunun kendi çıkarını iyi kolladığına, aklı başında kararlar aldığına, hata yaparsa bedelini ödeyeceğine ve tam da bu nedenle hata yapmayacağına inanılır.
Fakat şöyle bir sorun çıktı. Ödeyemeyeceği kadar kredi alan kişilerin, ipotekli konutlarını kaybederek cezalarını çekmeleri gerekiyordu. Ama bunların konutlarını ellerinden alınca, bankalar binlerce değeri düşük konut sahibi olmanın hiç de garantili bir durum olmadığını fark etti. Satamayacakları, değerlendiremeyecekleri mülkleri ellerinde tutmak onları kurtaramayacaktı. Tek çare devletin onları kurtarmasıydı.
1929 Krizinin başlarında piyasanın kendini yeniden dengeye sokacağına hala inanılıyordu, bu yüzden müdahale edilmemişti. Ancak yüzlerce banka iflas ettikten sonra Federal Hükümet işe el koymak zorunda kalmıştı. 2008 krizi geldiğinde ise müdahale etmemenin korkunç sonuçları olacağı biliniyordu. Bu yüzden hükümetin bankaları kurtarmaktan başka seçeneği yoktu.
ABD Hükümeti piyasayı, liberal ekonomiyi, dünyaya yıllarca verdiği nasihatleri bir yana bıraktı, bir dizi kamulaştırmaya girişti. 2008 yılında önce Bear Stearns adlı yatırım fonu kurtarıldı, sonra Indy Mac bankasına el kondu. Ardından mortgage piyasasının yarısını elinde tutan Fannie Mae ve Freddie Mac adlı kuruluşlar ile Washington Mutual'a el kondu. International Group'a finansman sağlandı. Sıra 4 trilyon dolar zararı olan Lehman Brothers'a geldiğinde, kurtarma operasyonlarının daha fazla sürdürülemeyeceği ortaya çıktı. Aynı sıralar Avrupa'da da bir dizi banka ve finansman kuruluşu kamulaştırıldı.
Kamulaştırmalar, devletin el koymaları bu ülkelerde pek alışılmış yöntemler değildir. Bu uygulamalar doğal olarak çeşitli itirazlara ve tartışmalara yol açtı. En hoş itiraz Amerikan muhafazakarlarından geldi, bunlar özgür ülkelerinin bankaları devletleştirme yoluyla bir tür sosyalizme gitmesinden endişe ettiler. Öteki itirazlar, karlar özelde kalırken, zararların toplumsallaştırılmasının ahlaki olarak savunulamayacak bir durum olduğunu öne sürüyordu. Ayrıca finansman sermayesinin özel konumu da ortaya çıkmıştı, bir buzdolabı üreticisi zarar ederse sonuçlarına katlanırdı ama bir bankayı kendi kaderine terk etmek göze alınması zor bir risk olacaktı.
Bu operasyonlar sayesinde finans kuruluşları bir süredir acil sorunlar yaşamıyor. Onların yerine hem ABD'de hem de daha ağır olarak Avrupa ülkelerinde devletler acil, yıkıcı, derin sorunlar yaşıyorlar. Sorunlu kuruluşlara el koyarak, borçlarını üstlenerek, finans kurumlarından devletlere sorun transferi yapıldı. Finans kurumlarını kurtarmak uğruna bütün ülkelerde bütçe dengeleri bozuldu. Şimdi bu bozukluğun kimin sırtından telafi edileceği tartışılıyor. New York'tan Atina'ya kadar meydanlarda süren gösteriler de bu tartışmanın bir parçası.
Başka bir tartışma da finans sektörünün geleceğine ilişkin olarak sürüyor. Finans sisteminin yeniden yapılanacağı, "regülasyonlar" getirileceği, eskisi gibi her türlü aracı kullanarak genişlemesine, balonlar oluşturmasına izin verilmeyeceği söyleniyor.
Fakat bunun mümkün olmadığını savunanlar da var. Çok açık ki, finans sektörüne müdahale edilmesi, kurallar getirilmesi büyümeyi olumsuz yönde etkileyecektir. Çünkü yeni kurallar getirilmesi veya mevcut kuralların sıkılaştırılmasının doğrudan sonucu kredi hacminin daralmasıdır. Bu da büyümenin yavaşlaması anlamına gelir. Ekonominin büyümesinde balonların rolünü inkar etmek de kolay değildir. Balonlar talebi uyarmakta, satışları artırmakta, yeni istihdam yaratılmasında yararlı olmaktadır. Hatta durgunluğu aşmak, krizleri önlemek için sürekli yeni balonlar yaratmayı, bir balon çöktüğü zaman başka balonları devreye sokmayı bir çözüm olarak görenler vardır.
Ne var ki, ikide bir balonlar yaratmak ve bunları sektörden sektöre transfer etmek pek sürdürülebilir bir politika olarak kabul edilemez. Buna olsa olsa krizi erteleme yöntemi diyebiliriz. Biraz da egemen ekonomi anlayışının çaresizliğinin ifadesidir.